9 Eylül 2008 Salı

MARKA HUKUKU DAVA İNCELEMESİ (Eti browni-Ülker brownie)




DAVACI : Eti Gıda
DAVALI : Ülker Gıda, TPE
DAVA KONUSU : Ülker’in “ülker çikolatalı brownie” markası için yaptığı tescil başvurusuna itirazın reddine karşı kararın iptali ve başvurunun hükümsüzlüğü istemi.
AÇIKLAMALAR : “Browni” markası 1986’ da Eti Gıda adına tescil edilmiştir. Ülker Gıda’ nın 2004 yılında “ülker çikolatalı brownie” markasının kendi adına tescili için Türk Patent Enstitüsü’ne başvurmasıyla Eti Gıda harekete geçmiş ve başvuruya karşı TPE’de itiraz hakkını kullanmıştır. Ancak red kararı alınca, yargı yoluna başvurarak bu red kararının ve Ülker Gıda’nın bu tescil başvurusunun hükümsüzlüğünü istemiştir.
22 Mayıs 2007’de davayı ele alan Yargıtay 11. Hukuk Dairesi, Eti lehine bir karar vermiş ve 556 Sayılı Markaların Korunmasına Dair kanuna göre, Ülker Gıda’nın marka başvurusunun hükümsüzlüğüne karar vermiştir. Kararda, KHK.m.8/2 ‘ye dayanılarak, “ülker çikolatalı brownie” markasının Eti Gıda’ya ait “browni” markasına benzediği ve bu nedenle Ülker Gıda’nın marka başvurusunun hükümsüzlüğüne karar verildiği belirtilmiş. Kararda ayrıca, “browni” ibaresinin marka olup tek başına Eti Gıda adına tescil edilip edilmeyeceğinin bu davanın konusunu teşkil etmediği, bu hususun ayrıca bir dava konusu yapılması gerektiği belirtilmiştir.
Ülker Gıda’da Yargıtay kararında belirtildiği şekilde, “browni” ibaresinin tek başına marka olamayacağı ve Eti Gıda adına tescil edilemeyeceği iddiasıyla , tescilin hükümsüzlüğü istemiyle Eskişehir Asliye Ticaret Mahkemesi’nde dava açmıştır. Dava halen devam etmektedir.
DEĞERLENDİRME : Sözcüklerin hatta yabancı sözcüklerinde marka olarak tescil edilebileceği 556 Sayılı KHK de md.5 de açıkça belirtilmiştir. Ancak, bunun sınırı markanın kullanılacağı mal ve hizmeti belirlememesi, jenerik adlardan oluşmamasıdır. “browni” sözcüğü ise bilindiği üzere “ıslak kek” anlamına gelmektedir. Yani, bizzat markanın kullanıldığı alanı belirleyen bir sözcüktür. Kelimenin yabancı olması bu konuda bir ayrıcalık teşkil ettirmez, çünkü “browni” sözcüğü son derece yaygın kullanımı ile “ıslak kek”manasını aynen bir türkçe sözcük gibi taşımaktadır. Nasıl ki türkçe olarak siz “ıslak kek” sözcüğünü marka olarak tescil ettirip diğer firmaların kullanımını engeleyemezsiniz, aynı nedenle “brownie” sözcüğünü de marka olarak tescil ettiremezsiniz. Bu nedenlerle, kanaatimce Eti Gıda adına tescilli “browni” markasının iptali gerekmektedir.

Filiz İĞDE

MARKA HUKUKU DAVA İNCELEMESİ (Hamam)




DAVACI : Eke Tekstil ( Havlu ve bornoz markası “hamam” )
DAVALI : Bedwall (Yunanistan)
DAVA KONUSU : Eke Tekstil adına kayıtlı “hamam” markasının aynı logoyla Yunanistan’da Bedwall adına tescilinin hükümsüzlüğü istemidir.
AÇIKLAMALAR : Mayıs 2003 tarihinde düzenlenen İstanbul Evteks Fuarı’ nda sergilenen “hamam” markalı ürünleri Bedwall firması görmüştür. 2004 yılında Bedwall firması “hamam” markasını aynen kendi logosuyla Yunanistan’da kendi adına tescil ettirmiştir. “Hamam” markası ,Yunanistan öncelikli pazarlar arasında olmadığından Yunanistan’da Eke Tekstil adına tescilli değildir. Bu durum, Bedwall’ın işini kolaylaştırmış ve “hamam” markalı ürünleri piyasaya sürmeye başlamıştır. 2005 yılında bir müşterileri aracılığıyla durumu öğrenen Eke Tekstil hemen harekete geçmiş ve Yunanistan’da Bedwall adına tescilin hükümsüzlüğü istemiyle dava açmıştır. Dava süreci uzun olup, iki yılda Eke Tekstil lehine sonuçlanmıştır. Yunanistan’ da da markasını tescil ettiren Eke Tekstil, ihracat yapan firmalar için dünya çapında marka tescilinin ne denli önemli olduğunu anladıklarını vurgulamıştır. Böyle bir ihmalin firmalarını zarara soktuğunu ve bu zararın tazmini için Bedwall firmasına ayrıca tazminat davası açacaklarını da belirtmiştir.
DEĞERLENDİRME : “Ülkesellik” ilkesi gereğince, marka tescil edildiği ülke sınırları içinde korunur. Ancak, globalleşen dünyada firmalar için ülkesel koruma yeterli olmamakta ve bu olayda olduğu gibi ülke dışındaki marka hakkı tecavüzleri firmaları zarara uğratmaktadır. Bu nedenle, ülkesellik ilkesine Paris Sözleşmesi, Madrid Protokolü ve topluluk markası gibi araçlarla sağlanan korumalarla istisna getirilmiştir. Yani firmalara tek bir başvuruyla bütün üye ülkelerde marka hakkının aynen korunması hakkı sağlanmıştır. Uluslararası tescil, zamanı ve mali unsurları düşündüğümüzde, bütün ülkelere tek tek yapılan başvuruya kıyasla oldukça pratik bir yöntem olarak görünmektedir. Sadece hedef pazarları düşünerek uluslararası tescil yolunu göz ardı eden Eke Tekstil’in uğradığı zararla, uluslararası tescilin önemi bir kez daha anlaşılmıştır.

Filiz İĞDE

MARKA HUKUKU DAVA İNCELEMESİ (ülker)




DAVACI : Ülker
DAVALI : Ülkem, TPE
DAVA KONUSU : Tanınmış Marka Hakkına Tecavüz İddiası
AÇIKLAMALAR : Davacı Ülker, davalının “ülkem” markasının tescili için yaptığı başvuruya, markaların benzerlik göstermesi ve “ülker” in tanınmış marka olması sebepleriyle TPE’de itiraz hakkını kullanmıştır. Bu itiraza red kararı almasıyla olayı yargıya intikal ettirmiştir. Dava dilekçesinde, KHK.m.8/2 ‘ye dayanmıştır. Buna göre, tescil edilmiş veya tescil için başvurusu yapılmış markanın toplumda ulaştığı tanınmışlık düzeyi nedeniyle haksız bir yararın sağlanabileceği, markanın itibarına zarar verilebileceği veya tescil için başvurusu yapılmış markanın ayırt edici karakterini zedeleyici sonuçlar doğurabileceği durumda, marka sahiplerinin itirazı üzerine farklı mal ve hizmetlerde kullanılacak olsa bile, sonraki markanın tescil başvurusunun reddi gerekmektedir. Ülker, tanınmış marka olması sebebiyle davalının haksız kazanç sağlamak peşinde olduğunu iddia etmektedir. Ayrıca, markaların benzerliği nedeniyle vasat tüketici nezdinde karışıklığa sebep olabileceğini de iddia etmiştir.
Davalı TPE, başvurusu yapılan markanın şekil+ÜİS ÜLKEM ibarelerinden oluştuğunu, markaların birbirinden farklı olduğunu ve bu nedenle itirazın reddedildiğini ileri sürmüştür.
Davalı şirkette markaların farklı olduğunu bu nedenle davanın reddi gerektiğini ifade etmiştir.
Yerel Mahkeme, hizmet alanlarının farklı olması ve ayırt edilemeyecek benzerliklerinin bulunmaması ve karıştırılma unsurlarının da bulunmaması nedenleriyle davanın reddine karar vermiştir.
Yargıtay 11. Hukuk Dairesi ise mahkemece “ülker”in tanınmış marka olduğunun tespiti ile ilgili eksik inceleme yapılması nedeniyle kararı bozmuştur.
DEĞERLENDİRME : KHK’de tanınmış markanın tanımı ya da belirleyecek kriterleri belirtilmemiştir. Bütün dünyada benzer bir sistem benimsenmekte ki bunun nedeni; tanınmış markanın yanlış bir şekilde kullanımını daraltmak ya da genişletmek endişesidir. Elimizde, 1999 tarihli "WIPO Ortak Tavsiye Kararları” çerçevesinde belirtilen ölçütler vardır:
a ) Toplumun ilgili kesiminde markanın tanınma derecesi
b ) Markanın kullanıldığı coğrafi alan, kullanım süresi ve yoğunluğu
c ) Marka promosyonlarının hedef aldığı alan, promosyon süresi ve yoğunluğu
d ) Markanın tesciller veya tescil başvuruları ile korunduğu coğrafi alanın büyüklüğü
e ) Markanın resmi makamlarca tanınmışlığına delalet eden karar ve uygulamaları
f ) Markanın ekonomik değeridir.
Sözkonusu davada tanınmış marka iddiasında bulunan davacı “ülker” in tanınmış marka olduğu kesinlik derecesinde toplumun her kesiminde yaygın bir kanaat olmakla birlikte, bu konuda TPE ve çeşitli mahkeme kararları da mevcuttur. Bu nedenle, mahkemenin bu noktada detaylı inceleme yapması vakit kaybı olarak nitelenebilir. Dolayısı ile yargıtay kararı isabetsiz olmuştur. Yerel mahkeme ise, ülker tanınmış marka değilmiş gibi karar vererek isabetsiz bir sonuca varmıştır.
Şüphesiz “ülkem” ibaresinin marka olarak tescil edilip edilmeyeceği ayrı bir dava konusudur. Kanımca, KHK m.7 de düzenlenen mutlak red nedenleri kapsamına giren bir husustur. “ülke” kavramını içeren ve bu kökten türeyen sözcüklerin marka olmaması gerekir. Ülkenin sözlük anlamı; bir devletin egemenliği altında bulunan toprakların tümü, diyar, memleket. Bu anlamıyla ülkenin kutsal bir sözcük olduğu aşikardır. Böylesine kutsal bir sözcüğün tek bir kişi adına marka olarak tescili çok büyük bir lükstür ve kimsenin bu lükse sahip olmaya hakkı yoktur. Böyle bir şey olsa bile, bu pek çok sorunu beraberinde getirecektir.

Filiz İĞDE

MARKA HUKUKU DAVA İNCELEMESİ (Zara)




DAVACI : Zara
DAVALI : Zarakol İletişim Hizmetleri, TPE
DAVA KONUSU : “Zarakol” markasının tescil başvurusuna yapılan itirazın reddi kararının iptali ve sözkonusu marka başvurusundan “zara” ünvanının çıkarılarak “kol” ünvanının bırakılması istemi
AÇIKLAMALAR : Yaklaşık 25 yıldır basın ve halka ilişkiler sektöründe faaliyet gösteren ve 15 yıldır da Zarakol soyadını unvan olarak kullanan Necla Zarakol, Zarakol unvanını tescil ettirmek için 2005 yılında Türk Patent Enstitüsü'ne (TPE) başvurunca, ünlü hazır giyim markası Zara’nın yetkilileri bu başvuruya itiraz etmişlerdir. Enstititü itirazı reddedince, TPE içindeki Yeniden İnceleme ve Değerlendirme Kurulu’na intikal eden husus, Zarakol lehine sonuçlandı.
Ankara Fikri ve Sınai Haklar Mahkemesi’nde dava açan Zara, KHK.m.8/2 ‘ye dayanmıştır. Buna göre, tescil edilmiş veya tescil için başvurusu yapılmış markanın toplumda ulaştığı tanınmışlık düzeyi nedeniyle haksız bir yararın sağlanabileceği, markanın itibarına zarar verilebileceği veya tescil için başvurusu yapılmış markanın ayırt edici karakterini zedeleyici sonuçlar doğurabileceği durumda, marka sahiplerinin itirazı üzerine farklı mal ve hizmetlerde kullanılacak olsa bile, sonraki markanın tescil başvurusunun reddi gerekmektedir.
Davalı Zarakol ise aynı sektörde faaliyet göstermediklerine ve bu temelde haksız rekabete yol açacak bir durumun oluşmadığına dikkat çekmişlerdir. Ayrıca, firma sahibi olan Necla Zarakol’un evlilikle kazanmış olduğu soyadının ünvan olarak kullanmasının en doğal hakkı olduğunu da eklemişlerdir.
Dava halen devam etmektedir.
DEĞERLENDİRME : Marka hukuku teorik olarak bazı formüllere oturtulabilmiş gibi görünse de uygulamada, her bir somut olay kendine özgü farklılıklar içermekte ve çok fazla birbirine benzeyen davalar bile farklı mantıklarla sonuçlanabilmektedir.
Sözkonusu somut davada, tanınmış marka olduğu kesinlik derecesinde olan davacı “zara” vardır. Tanınmış markalara özel marka hakkı korumalarından biri olan, belli şartların varlığı halinde, farklı mal ve hizmetlerde dahi kullanılmasını önleme hakkıdır. Belli şartlar dediğimiz hususlar; tanınmış marka nedeniyle haksız bir kazanca neden olunabilecek olması , tanınmış markanın itibarına zarar gelebilecek olması ya da ayırt edicilik unsurunun zedelenebilecek olmasıdır. Her somut olayın farklılık gösterdiğini daha önce söylemiştik. Bu durumdaki farklılık Türkiye’de “zara” adında bir ilçenin varlığıdır. “Zarakol” soyadı kaynaklı bir markadır ve zaradan gelenler anlamında kullanılmaktadır. Zara’nın dünyanın her yerinde bu tarz davalarının olduğu ve her ne şekilde olursa olsun içinde “zara” sözcüğü geçen markalara dava açtığı bilinmektedir. Ancak burada Türkiye için Zara ilçesinin varlığı bir özellik teşkil eder. Ayrıca, gerek Zara ilçesinin varlığı gerekse Zarakol firmasının 15 yıldır başka bir sektörde faaliyet gösteriyor olması ve Zara’nın Türkiye’de tanınmışlığının 15 yıl öncesine gitmesinin zor olması gibi nedenlerle, tanınmış marka zara üzerinden haksız bir kazanç sağlanması, zara nın itibarının zedelenmesi ya da ayırt edicilik unsurunun zarar görmesi ihtimalleri yok denecek kadar azdır. En azından adalet terazisine koyduğumuzda, Zarakol firmasının markasını kol olarak kullanmasından doğacak zararından daha azdır.

Filiz İĞDE

MARKA HUKUKU DAVA İNCELEMESİ (Tarihi Subaşı Lokantası 1959)




DAVACI : İbrahim Tohuman Görür( Tarihi Subaşı Lokantası 1959)
DAVALI : Kaan Catering Toplu Yemek İşletmesi A.Ş.
DAVA KONUSU : “Tarihi Subaşı Lokantası 1959” markasının izinsiz kullanımı nedeniyle maddi ve manevi tazminat davası
AÇIKLAMALAR : Subaşı Lokantası, İbrahim Tohuman Görür`ün babası tarafından 1959 yılında kuruldu. Kurulduğu tarihten günümüze müşterilerine sunmuş olduğu lezzetler ve sergilemiş olduğu üstün hizmet farklılığı ile 2002 yılında en iyi esnaf lokantaları dalında üçüncü seçilirken, 2003 yılında en iyi ev yemeği yapan lokantalar dalında birincilik ödülünü aldı.`Tarihi Subaşı Lokantası 1959` markası İbrahim Tohuman Görür tarafından 31.10.2002 tarihinden geçerli olmak kaydıyla TPE’de tescil ettirilmiştir. 1998 yılında Kaan Cathering A.Ş. ile ortaklaşa bir lokanta işletmesi açmıştı. Bu işletmeye Tarihi Subaşı Lokantası 1959 ismini vermişti. Ancak 2000 yılında lokanta işletmesindeki hisseleri Kaan Cathering A.Ş.`ye devrederek bu firmayla olan ortaklığını sona erdirdi. `Tarihi Subaşı Lokantası 1959` marka hakkını ise bedelinin ödenmesi karşılığında Kaan Cathering A.Ş. ye kullanım hakkını tanıdı. Kaan Catering ortaklığın son bulmasından itibaren `Tarihi Subaşı Lokantası 1959` ticari unvanını bedel ödemeksizin kullanmaya başladı. Bunun üzerine Tarihi Subaşı Lokantası Veliahdı İbrahim Tohuman Görür, Ticari Unvanının kalitesi düşmüş bir hizmetle ve bedelsiz kullanılması eylemleri sebebiyle maddi manevi zarara uğradığı iddiası ile 18.04.2004 tarihinde İstanbul 2. Fikri ve Sınai Haklar Hukuk Mahkemesi`nde 10 Milyar YTL Maddi, 20 Milyar YTL manevi tazminat davası açmıştı.
Dava dilekçesinde, 556 Sayılı KHK ‘nin 64 md. ve 66 md.lerine dayanmıştır. Sözkonusu 64. md.ye göre; Marka sahibinin izni olmaksızın, marka taklit edilerek üretilen ürünü üreten,satan, dağıtan veya başka bir şekilde ticaret alanına çıkaran veya bu amaçlar için ithal eden veya ticari amaçla elde bulunduran kişi, hukuka aykırılığı gidermek ve sebep olduğu zararı tazmin etmekle yükümlüdür. Taklit markayı herhangi bir şekilde kullanmakta olan kişi, marka sahibinin markanın varlığından ve tecavüzden kendisini haberder etmesi ve tecavüzü durdurmasını talep etmesi halinde veya kullanmanın kusurlu bir davranış teşkil etmesi halinde, sebep olduğu zararı tazmin etmekle yükümlüdür. Sözkonusu 66.md’ ye göre ise; - Marka sahibinin uğradığı zarar, sadece fiili kaybın değerini değil, ayrıca marka hakkına tecavüz dolayısıyla yoksun kalınan kazancı da kapsar. Yoksun kalınan kazanç, zarar gören marka sahibinin seçimine bağlı olarak, kanunda yazılı değerlendirme usullerinden birine göre hesap edilir.
Davalı Kaan Catering ise açılan davaya cevaben; `Tarihi Subaşı Lokantası 1959` ibaresinin İbrahim Tohuman Görür`le ortaklaşa kurulan lokanta işletmesinde kendisinin teklifi ile kullanılmaya başlandığını, devir sırasında İbrahim Tohuman Görür`ün herhangi bir şekilde marka üzerinde talepte bulunmadığını ve 1998 yılından günümüze markayı istikrarlı bir şekilde kendilerinin kullandığını beyan ederek davanın reddini ileri sürmüştür.
Kaan Catering A.Ş`nin ticari defterleri bilirkişilerce incelemeye alındı. Bilirkişiler tarafından yapılan incelemeler neticesinde şirketin tüm faaliyetleri için %25 kar oranı uygulanmak suretiyle 18.526.74 YTL`nin İbrahim Tohuman Görür`ün yoksun kalınan kazancı olarak değerlendirilebileceği sonuç ve kanatine varıldı. Bilirkişilerin T.C İstanbul 2. Fikri ve Sınaî Haklar Hukuk Mahkemesi`ne sunmuş olduğu rapor doğrultusunda Fikri ve Sınaî Haklar Hukuk Mahkemesi, Kaan Catering A.Ş.`yi 06.12.2007 tarihinde 2007/313 nolu vermiş olduğu karar ile 10 BİN YTL Maddi, 5000 YTL Manevi tazminatı faiziyle ödemeye mahkûm etti.
DEĞERLENDİRME : Karar, her geçen gün biraz daha gelişen marka hukuku açısından, marka hakkının haksız kullanımlara karşı korunması açısından oldukça güzel bir örnek teşkil etmektedir. Öte yandan, 18.04.2004 tarihinde açılan dava 06.12.2007 tarihinde sonuçlanabilmiştir. Neredeyse dört yıla yakın çok uzun bir dava süreci. Er ya da geç önemli olan hakkın yerine gelmesidir ancak çok uzun dava süreçleri insanları haklarını hukuk yolu ile aramaktan alıkoymaktadır. Bu açıdan düşünüldüğünde temennimiz; dava süreçlerinin daha kısa olmasıdır.

Filiz İĞDE

MARKA HUKUKU DAVA İNCELEMESİ (Diorissimo)




DAVACI : Diorissimo
DAVALI : Dorisma
DAVA KONUSU : Marka hakkına tecavüzün önlenmesi
AÇIKLAMALAR : Tescilli Diorissimo markası ile davalının kullandığı Dorisma markalarının her ikisiyle de parfüm üretilmektedir.
Davada 556 Sayılı KHK m. 9/1-b anlamında bir tecavüz hali gerçekleşmiştir. Bu maddeye göre; Tescilli bir marka ile aynı veya benzer olan ve tescilli markanın kapsadığı mal veya hizmetlerin aynı veya benzeri mal veya hizmetleri kapsayan ve bu nedenle halk üzerinde, işaret ile tescilli marka arasında bağlantı olduğu ihtimali de dahil, karıştırılma ihtimali olan herhangi bir işaretin kullanılması, tescilli marka sahibine izinsiz olarak marka hakkının kullanılmasının önlenmesini talep etme yetkisi verir.
Dorisma tescilli marka Diorissimo ile aynı malı üretmekle birlikte hem fonetik hem görsel benzerlikteki markasıyla iki marka arasında benzerlik sağlamakta ve orta düzey tüketici açısından iki markanın karıştırılma ihtimali doğmaktadır.
Yerel mahkeme ve Yargıtay’ da marka hakkına tecavüze hükmetmiştir. Bu dava 556 sayılı KHK ‘den önce görüldüğü için Marka K.m.47/b.3 bağlamında iltibasın varlığı kabul edilmiştir. Ancak KHK zamanında görülmüş olsaydı da aynı yönde karar verilmesi icab ederdi. Çünkü, iltibasın varlığını tespit kriterleri açısından Marka kanunu ile Marka KHK benzer hükümler içermektedir. KHK md.61/ b ‘ye göre; marka sahibinin izni olmaksızın markayı veya ayırt edilemeyecek kadar benzerini kullanmak taklit sayılır.
DEĞERLENDİRME : KHK m.9/1-b ‘de yer alan halk üzerinde, işaret ile tescilli marka arasında “bağlantı olduğu ihtimali de dahil, karıştırılma ihtimali” ibaresi üzerinde durmak gerekir. Bu noktada tanınmış markaların daha avantajlı olduğunu söyleyebiliriz. Tanınmış markalar mutlak surette markanın bilincine varılarak tüketilen markalardır. Yani, Ülker markası ile ülkür markasının karıştırılma ihtimali zayıftır. Bilinçli ya da bilinçsiz bir şekilde isimleri, amblemleri ve her türlü çağrışımları beynimize yerleşen tanınmış markaları ayırt etmekte zorlanmayız. Ancak, alelade diye tabir ettiğimiz çokta tanınmayan markalar için durum çok daha zarar vericidir. Belki bilerek tükettiğimiz ancak beynimize çokta yerleşmediği için birkaç harf ya da şekil değişikliğine aldandığımız durumlar olabilir. Bu durumun her somut olayda gözönüne alınması gerektiği kanaatindeyim.

Filiz İĞDE

MARKA HUKUKU DAVA İNCELEMESİ (CDOSS ve Cross JEANS)





DAVACI : CDOSS ve Cross JEANS markası sahibi
DAVALI : BY BROSS ve BROSS markası sahibi
DAVA KONUSU : Marka hakkı tecavüzünün önlenmesi
AÇIKLAMALAR : Tescilli CDOSS ve Cross Jeans markaları ile gömlek, mont gibi giyim eşyaları imal edilmektedir. Benzer mallar imal eden ve daha sonra tescil edilen BY BROSS ve BROSS markaları, dizayn ve şekil yönünden davacının markasına benzer markalar kullanmak suretiyle iltibasa sebep olmaktadır.
556 Sayılı KHK m. 9/1-b anlamında bir tecavüz hali gerçekleşmiştir. Bu maddeye göre; Tescilli bir marka ile aynı veya benzer olan ve tescilli markanın kapsadığı mal veya hizmetlerin aynı veya benzeri mal veya hizmetleri kapsayan ve bu nedenle halk üzerinde, işaret ile tescilli marka arasında bağlantı olduğu ihtimali de dahil, karıştırılma ihtimali olan herhangi bir işaretin kullanılması, tescilli marka sahibine izinsiz olarak marka hakkının kullanılmasının önlenmesini talep etme yetkisi verir.
Maddede bahsedilen “bağlantı olduğu ihtimali de dahil, karıştırılma ihtimali” bu durumda mevcuttur. Gerek fonetik gerek görsel benzerlik düşünüldüğünde orta seviyedeki tüketici açıısndan karıştırılma ihtimali, birini aldığını zannederken diğerini alma durumu kuvvetle muhtemeldir. Alelade markalar açısından, farklı mal ve hizmet alanlarında olmak şartıyla benzer markalara cevaz verilmekte, ancak sözkonusu uyuşmazlık aynı malları imal etme noktasındadır, bu nedenle cevaz verilmemektedir.
KHK md.61/ b ‘ye göre; marka sahibinin izni olmaksızın markayı veya ayırt edilemeyecek kadar benzerini kullanmak taklit sayılır. Mahkeme de KHK md.61/b anlamında marka hakkı tecavüzünün varlığına hükmetmiştir.
DEĞERLENDİRME : Bu husumette dikkat edilmesi gereken iki nokta vardır. Birincisi; markaların ikisinin de tescilli olmasıdır. Demek ki gerçek hak sahibi olarak marka sahibinin KHK’de öngörülen davaları ileri sürme hakkı sadece tescilsiz markalara değilmiş. Kural olarak; önce tescil ettiren gerçek hak sahibidir ve KHK’ de marka sahibine tanınan marka hakkı korumalarından yararlanır. İkincisi ise; iki marka da tescilli olduğu için gerçek hak sahibi olan önce tescil edilen markanın sahibinin, talepleri tecavüzün önlenmesi ile sınırlı değildir. Dilerse, sonra tescil edilen markanın hükümsüzlüğünü talep edebilir. Markanın iptali ile hükümsüzlüğü davası sebepleri ve sonuçları itibariyle farklıdır. Markanın iptali; tescil sırasında varolmayan ve kanunda yazılı hallerin varlığında açılabilir ve ileriye dönük sonuçlar doğurur. Markanın hükümsüzlüğü ise; kanunda yazılı mutlak ve nisbi red (tescil için) nedenleri halinde açılır ve geçmişe dönük sonuçlar doğurur. Bu nedenle; kimi zaman yanlış kullanılan bu ifadelere dikkat etmek gerekir.

Filiz İĞDE

Korsan Kitap Mücadelesinde Önemli Hukuki Adımlar

Genel olarak;
Hemen her gün korsan kitaplar hakkında bir sürü şey duyuyoruz, belki de bunlara tanık oluyoruz. Ancak yeterince duyarlı mıyız acaba? Bu duyarsızlığın nedeni, korsan furyası mağdurlarının sadece eser sahipleri ve yayınevleri olduğunu sanmamızdan mı kaynaklanıyor dersiniz. Gelin bu konunun hepimizi ne kadar da yakından ilgilendirdiğini görelim.
Korsan kitap alarak yarı yarıya kar elde ettiklerini sanan çoğunluk; devletin ve yayınevlerinin korsan kitaptan uğramış oldukları zararları telafi etmek için, korsanı yapılmayan ders kitaplarına vs. fazladan koymuş olduğu fiyat farklarını ödeyerek maddi zarara uğrarlar. Bir de işin vicdan boyutu vardır. Sözkonusu insanlar korsan da olsa kitap okuyan insanlar, bir kitap yazmanın ne kadar emek, özen ve gayret gerektiren bir iş olduğunu bilmesi gereken ve yeni, özgün, kaliteli eserler ortaya çıkabilmesi için yazarların emeklerinin karşılığını alabilmesi gerektiğini de bilmesi gereken insanlar. Böyle devam ederlerse, kalitesiz eserlerin kol gezdiği bir kitap dünyasında maddi zararların çok da ötesinde derin manevi zarar görecekler.
Orjinal kitap alarak doğru olanı yapmaktan memnuniyet ve gurur duyan mutlu azınlık; bu grubun uğradığı zarar, en haksız haksızlıktır. Korsandan zarar gören kitap piyasası, bu zararını kitap fiyatlarına yansıtarak telafi etmeye çalışmakta, bu durum da herkesi olduğu gibi orjinal kitap alıcılarını da vurmaktadır.
“Ben kitap okumam” diyerek suya sabuna dokunmak istemeyenler; öncelikle bu grup ihtiyari bir şekilde kitap okumasa bile, kendisi ya da kitap masraflarını karşılamak zorunda olduğu yakını okula gidiyorsa, yukarıda açıklanan sebeplerle, telafi fiyat farklarını ödeyerek zarar çemberinden kurtulamamaktadır.
Hepimizi ilgilendirdiği ispatlanan bu soruna duyarlı olmamız gerektiği malumun ilanı olmuştur. Herhangi bir sorunun çözümü hususunda sosyal mutabakat sağlanması, esas çözümü sağlayacak olan hukuki düzenlemelerin eksiksiz uygulanabilmesi açısından son derece önemlidir.
Sorunun hukuki boyutuna geçmeden önce yukarıda altı çizilen hususlar, korsan kitap sektörünün hepimize nasıl zarar verdiği ve bundan kurtulunması için çıkarılan hukuki düzenlemelerin uygulanması için çaba gösterilmesi önbilincini oluşturmayı amaçlamıştır.
Önemli Hukuki Adımlar
5846 Sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu “eser” kavramını şöyle tanımlamış; “Sahibinin hususiyetini taşıyan ve ilim ve edebiyat, musiki, güzel sanatlar veya sinema eserleri olarak sayılan her nevi fikir ve sanat mahsulleri. “ Sorunumuzun başlıca objesi olan kitap, eser tanımına girdiğine göre, bu alanda uygulanacak temel kanun, 5846 Sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu’ dur. Bu kanuna, sırasıyla, 2936, 4110, 4630, 5101, 5217, 5571, 5718, 5728 sayılı kanunlarla değişiklik ve ekler getirilerek fikir ve sanat eserlerinin korunmasının üst düzeye çıkarılması amaçlanmıştır. Yapılan son değişiklikler arasında sorunun çözümüne yönelik öne çıkan düzenlemeler şunlardır:
FSEK m. 81, ilginç bir sınırlama getirmiştir. “Bu Kanun kapsamında korunan, yasal olarak çoğaltılmış, bandrollü nüshaların da yol, meydan, pazar, kaldırım, iskele, köprü ve benzeri yerlerde satışı yasaktır. Bu yasağa aykırı hareket edenler, Kabahatler Kanununun 38 inci maddesinin birinci fıkrasına göre cezalandırılır.”
FSEK m.81’ in atıf yaptığı 5326 sayılı Kabahatler Kanunu m.38(1); “Yetkili makamların açık ve yazılı izni olmaksızın meydan, cadde, sokak veya yayaların gelip geçtiği kaldırımları işgal eden veya buralarda mal satışa arz eden kişiye, belediye zabıta görevlileri tarafından elli Türk Lirası idarî para cezası verilir. “
Çeşitli gerekçelerle eleştirilen bu fıkra, ilk bakışta sert ve aşırı bir tedbir gibi gelebilir. Eleştiriler, sokaktan orjinal kitap alma alışkanlığı olan bir kitlenin böyle bir tedbirle kaybedilme riskinden söz etmektedir. Ancak, sözkonusu hukuk olunca, riskleri ve kazanım elde etme potansiyelini adalet terazisine bir koymak gerekir. İşportadan orjinal kitap alan müşteriyi kaybetme riski, korsanla mücadelede başarıya götürecek büyük bir adım yanında oldukça hafif kalıyor gibi görünüyor. Okuma alışkanlığı edinmiş bir insanın işportada satılmıyor diye kitap almaktan vazgeçmesi pek olası görünmüyor. Buna karşın korsan kitaptan sektörün ne kadar zarar gördüğü aşikar. Orjinal kitapların sokakta satılabilir olması, yanlarında korsanların da satılabilmesini kolaylaştıracak ve denetimin zorlaşmasına neden olacaktır.
FSEK Ek 11. Md eklenmiştir.” Ders kitapları dahil, alenileşmiş veya yayımlanmış yazılı ilim ve edebiyat eserlerinin engelliler için üretilmiş bir nüshası yoksa hiçbir ticarî amaç güdülmeksizin bir engellinin kullanımı için kendisi veya üçüncü bir kişi tek nüsha olarak ya da engellilere yönelik hizmet veren eğitim kurumu, vakıf veya dernek gibi kuruluşlar tarafından ihtiyaç kadar kaset, CD, braill alfabesi ve benzeri formatlarda çoğaltılması veya ödünç verilmesi bu Kanunda öngörülen izinler alınmadan gerçekleştirilebilir. Bu nüshalar hiçbir şekilde satılamaz, ticarete konu edilemez ve amacı dışında kullanılamaz ve kullandırılamaz. Ayrıca bu nüshalar üzerinde hak sahipleri ile ilgili bilgilerin bulundurulması ve çoğaltım amacının belirtilmesi zorunludur.”
Engelliler için böylesi bir istisna hüküm konulması, son derece umut vericidir. Engellilerin zor olan hayatlarını kolaylaştırmak hepimizin görevidir ve bunun en sağlam yolu hukuktan geçmektedir. Ancak, hayatın her alanında karşımıza çıkan ve aslında kanunların her geçen gün çoğalmasına neden olan da kötüye kullanım ve suistimallerdir. Bu iyiniyetli yasa hükmünü de ticari amaçla ve tam da kanun hükmünün ruhuna aykırı biçimde kullanmaya çalışanlar olacaktır. İşte maddedeki sınırlamalar, fazla gibi görünse de hükmün amacına ulaşmasını engelleyecek nitelikte değildir. Engellilere yeni olanaklar sağlarken, genel mantığı emeğe saygı nedeniyle Fikir ve sanat eserlerini ve eser sahiplerinin haklarını korumak olan 5846 sayılı kanunun lafzına ters düşülmemeye gayret gösterilmiştir.
FSEK, m.42 değişikliğiyle yayınevlerine meslek birliği kurma imkanı tanınmıştır. Korsan kitap piyasasının bu denli büyüyebilmesinin nedenlerinden biri de düşmanının çok güçlü olmamasıdır. Yayınevlerinin tek başlarına geliştirdikleri çözüm yolları, gerekli istikrarı sağlamaktan ve yeterli alana yayılmaktan yoksun kalmaktadır. Ortada dolaşan birbirinden farklı çözüm yolları ya da çözüme dair umutların tükenmesi noktasından üreyen çözümsüzlükler ve sonuç; çığ gibi bir çözümsüzlük..İşte bu hükümle, yayınevlerine güçlerini birleştirme imkanı sunulmuştur. Bu meslek birliklerinin yasa değişikliklerinde, halkı bilinçlendirecek reklam kampanyalarında, orjinal kitap almaya teşvik indirimlerinde ve bunların duyurulmasında etkin rol oynamaları beklenmektedir. Ayrıca, her meslek birliğinde olduğu gibi, yayınevlerinin en büyük sorunu olan korsan kitap dışındaki sorunları içinde seslerini duyurabilmeleri açıısndan fırsat sunulmuştur.
FSEK m. 81 kapsamında genel kolluk ve zabıtaya resen takip görev ve yetkisi verilmiştir. Mali ve manevi haklara tecavüz halinde oluşan ve FSEK m.71, m.72, m.73, m.80 de düzenlenen suçların takibi şikayete bağlıdır. FSEK m.81 ise, 5846 sayılı kanun için bir istisna teşkil etmektedir, yani bu maddede düzenlenen suçlar resen takip edilebilir. FSEK m.81, bandrolsüz eser nüshası satılmasını ve bandrollü de olsa eser satışını sokak, cadde, iskele, köprü gibi yerlerde satılmasını suç olarak düzenlemiştir.
FSEK m. 73 de izinsiz tıpkı basım yapanlar hakkında ayrıca bir düzenleme yapılmış ve daha ağır bir müeyyide getirilmiştir. Tıpkı basım, yasal olarak piyasaya çıkan bir eseri , gerekli izinleri almadan yayınevi, kapak, künye bilgileri vs. hiçbir değişiklik yapmadan aynen orjinaline uygun olarak çoğaltmaktır.
Filiz İĞDE

Hitler Ressam Olsaydı?

Adolf Hitler..acımasız, cani bir lider. Sanatın da tek başına insanı kötülük yapmaktan alıkoyamayacağını göstermiştir. Irkçılık tutkusu politika tutkusu ile birleşince, ressam olma düşlerini bir kenara itmiştir. Kendisi memur olan, oğlunun da memur olarak rahat bir yaşam sürmesini isteyen bir babanın oğluydu. Babasını çocuk yaşta kaybetmesine rağmen, babasının en büyük arzusunu gerçekleştirme fikrine şiddetle karşı çıkmıştır. Babasının erken ölümü, ciğerleriyle ilgili rahatsızlığı nedeniyle liseye bir yıl ara vermesi onu resime daha da yaklaştırmıştır. Memur olmayacaktı, o çok iyi bir ressam olacaktı. O zaman ne Alman ırkçılığı ne de Yahudi düşmanlığı fanatik boyutlarda belirmemişti beyninde.
Hitler, Güzel Sanatlar Akademisi resim bölümüne başvurduğunda bir red, bir de çalışmalarını mimarlık üzerinde değerlendirmesi yönünde bir tavsiye aldı. Ancak, mimarlık için eğitim altyapısı yeterli değildi. Bir süre uğraştı, ancak annesinin rahatsızlığı da araya girince, mimarlık içinde red cevabı aldı. İnsan düşünmeden edemiyor, kabul edilseydi 2. Dünya Savaşı çıkar mıydı? Bazen bir insanın kaderi, milyonlarca insanı hatta bütün dünyayı rüzgarının önüne katıyor.
Ondört, onbeş yaşlarındayken Avusturya’daki Yahudileri Almanlardan ayırt edemiyordu bile. Hatta zaman zaman Yahudi aleyhtarı yayınları okudukça onlara haksızlık yapıldığını düşünüyor, içten içe bu yayınlara bir antipati besliyordu. Ancak, bu yayınları dikkatle incelediğinde bir takım araştırmalar yapmaya karar verdi ve bu yahudi aleyhtarı yayınların sahiplerinin de yahudi olduğunu öğrendi. Bu şaşkınlık zamanla yerini anti-semitizme bıraktı. Önceleri ikna kabiliyetine güvenerek, sürekli yahudilerle konuşuyor, onları ikna etmeye çalışıyordu. Ancak, yeterli birikime sahip olmadığını farketti. Yoksullukla mücadele ettiği o yıllarda bazen şantiye işinde çalışıyor, bazen de resim yeteneğiyle para kazanıyordu. Aç kalma pahasına da olsa kazandığı parayla kitaplar alıyor, operalara gidiyordu. Çok fazla okuduğu o dönemlerde, Yahudilerle tartışmanın ne kadar zor olduğunu, kaçak güreştiklerini vs tespitlerini “Kavgam” kitabında yazmıştır. Bu kitapta, dine dayalı anti-semitizm karşıtlığından, ırkçılığa dayalı anti-semitizm destekçiliğine nasıl geldiğine dair ayrıntılara yer vermiştir. Yahudiler hakkında kesin yargılara varmadan, kendince bir vicdan muhasebesinden geçmiştir.
Hitler gibi bir Yahudi düşmanının, beşikten itibaren ırkçı bir ortamda yetişmiş olması gerektiği düşünülürken, Yahudi antipatisinin 20 li yaşlarında oluşmaya başlaması ve bu derece insanlık dışı eylemlerle fanatizm boyutunda yaşanması bir hayli düşündürücüdür.
Birinci Dünya Savaşı’na gönüllü olarak katılmış. Savaşın kötü koşullarından diğer arkadaşları gibi şikayet etmek yerine sanat ve tarihten konuşmayı seviyordu. Liderlik vasıflarını taşımadığı gerekçesiyle rütbesi yükseltilmedi. Ancak, er seviyesindeki bir asker için alınması zor bazı nişanlar aldı.
Birinci Dünya Savaşı sıralarında henüz bir alman vatandaşı olmamasına rağmen, iyi bir vatansever olmaya başladı. Dünyaya geliş sebebinin Almanya’yı kurtarmak olduğuna inanıyordu. Hitler’in kendisinin ilahi bir güçle özel olarak korunduğu inancı vardı. Kendisinden önceki iki kardeşinin ölmesine rağmen onun yaşaması ve birinci dünya savaşı sırasında içinden gelen bir sesle bir bombadan kurtulması bu inancını daha da perçinlemiştir.
Versay Antlaşması, Almanya için oldukça ağır koşullar içeriyordu. Hitler ve partisi, bu antlaşmayı imzalayanlar hakkında “kasım suçluları” tabirini kullanarak, bütün fatura bunlara yüklenmiştir. Bu yolla insanları etkilemeyi başarmıştır. 1924 yılında hükümeti devirmeye çalışmış ancak başarılı olamamış, daha sonra bu nedenle tutuklanmıştır. Cezaevinde “Kavgam” adlı kitabını yazmıştır. Dine dayalı anti-semitizm karşıtlığından, ırkçılığa dayalı anti-semitizm destekçiliğine giden yolunu ve bunun gerekçelerini bu kitapta yazmıştır. İkinci Dünya Savaşı’nın ünlü isimlerinden İngiltere Başbakanı Churchill “Eğer Hitler’in Kavgam adlı kitabını ciddiye alarak okumuş olsaydık, 2. Dünya Savaşı’nın çıkmasına engel olabilirdik.” demiştir.
Serbest kaldıktan sonra, parti çalışmalarına ağırlık vermiş, iktidara gelince yasama ve yürütme erkini birleştirerek kendisini Alman ırkının büyük lideri ilan etmiştir. Tüm halkı Alman ırkının üstün ırk olduğuna inandırmış. Ülkedeki yahudiler ve diğer azınlıklar, hatta Alman ırkını iyileştirmek için binlerce zihinsel engelli insanı öldürtmüştür.
Hitler, tüm Almanları aynı çatı altında toplamak amacıyla önce Avusturya, Çekoslavakya sonra da Polonya’ ya savaş açmıştır. Bu işgallerin sonucu olarak batı Avrupa ülkeleri ile Rusya’yı karşısına almıştır. Birçok tarihçiye göre, yenilginin sebebi Napolyon gibi Rusya’ya kış mevsiminde savaş açması, savaşın çok geniş bir bölgeye yayılması ve ABD’nin de savaşa dahil olması. Sovyet Güçleri Alman ordusunu temizledikten sonra Avrupa içlerine ilerlemeye başladı. Hitler hiçbir şekilde düşmanlarla anlaşmaya yanaşmadı.
Sovyet güçleri Münih’e girdiğinde,teğmenleri kaçmasını önermelerine rağmen buna yanaşmadı. Hükümet binasına yaklaştıkları sırada, bir gün önce evlendiği eşi ile birlikte intihar etti. Cesetleri, yardımcıları tarafından bir bomba kraterine konularak yakıldı ve Hitler’in isteği üzerine köpeği de zehirlenerek öldürüldü.
Hitler’in bir cani olduğu tüm dünyaca tescillenmiş, tartışma götürmeyen kabul edilmiş bir gerçekliktir. Ancak, iyi bir insan olmasa da ikna kabiliyeti ve iyi kullandığı vücut dili ile insanları etkileme gücüne sahipti ve bunu çok iyi kullandı. İnsanları etkileme sanatının ne kadar kuvvetli bir silah olduğunu ve fanatizmin ne kadar uzak durulsa o kadar iyi olunası bir durum olduğunu dünya bir kez daha anlamıştır. 02.08.2008
Filiz İĞDE

Tarihimizin Ezberini Bozmak

Ne ilginç bir ülkedeyiz...
Sağcı yada solcu, ilerici yada gerici, laik yada antilaik, Fener yada Gs yada en fazla Bjk....bi seçim yapmak zorundasın. Hani derler ya hayat yaptığın seçimlerdir diye..İşte tam da Türkiye için söylenmiş bi söz. .
Bu topraklarda biraz mecburiyet biraz öngörüyle modernleşmenin başladığı tanzimattan bu yana devam eder bu ikicilik. Ya osundur ya da bu, ortası olamaz...Yani öyle yenilerde çıkan , birdenbire alevlenen bir şey değil bu. Değerlerini muhafaza ederek dünyayla bütünleşme olan orta ve doğru yolu tutturabilmek adına yaşanan çelişkilerin sonuçları..Modernleşme tüm dünyada yaşanan bir süreçti hatta birçok avrupa ülkesinde çok vahim sonuçlar doğurma pahasına mücadele verildi. Bizden daha kısa bir sürede ama daha derin acılarla modernleştiler. Bizde birçok ülkeye göre çok derin gözle görünür acılar yaşanmadı ancak; sessiz ve yavaş adımlarla gelen modernleşme yani batının ayak sesleri Tanzimattan bu yana sindirilmeye çalışılıyor.
Tarihimizle barışmak, işte bütün mesele..Tarih derken Osmanlı dan gerisini kastetmiyorum, çünkü özellikle milliyetçilik akımlarının gölgesinde kurulan Cumhuriyetimizin ilk yıllarında Osmanli öncesi tarih üzerinde çok fazla durulmuş, yüceltilmiş ve milliyetçilik adına tarihten güç alınmaya başlanmıştır. Ancak Osmanlı tarihi şu meşhur ikiciklerin gölgesinde kaldığından objektif bir şekilde incelenememiştir. Az önce tarihle barışmak dedim ya bu öyle bir barışmakki iyisiyle kötüsüyle sahiplenmekten bahsediyorum. Bu demek değilki Osmanlı’yla övünüp sürekli kendimizi yüceltelim. Bunu yapmak en kolayı, ayrıca sadece bunu yapmak gerisinde taşıdığımız komplekslerimizi açığa vuracaktır. Önemli olan diğerini yapabilmek, hatalarıyla eksikleriyle miras olarak kabullenmek. Hatta bence övgülerimizden daha kıymetli sahiplenip yerdiklerimiz, geçmişten ders alıp geleceğe yön verişlerimiz..
Osmanlı’ nın en çok bilinmesi ve anlamlandırılması gereken dönemi 19.yy.. Tanzimat dönemi bir devrim değildi belki ama çok sonraları gelecek devrimin hazırlayıcısıydı. Birbirine böylesine bağlı, doğal bir gelişim süreci sonunda gelinen yolla bu yolun başlangıcı nasıl birbirinden bu kadar ayrı tutulup, çeşitli kutuplaşmalarda etiket olarak kullanılabilir. Daha açık yazmak gerekirse, Tanzimat dönemi Türkiye toprakları üzerindeki halkı Cumhuriyete götüren temellerin atıldığı dönemdir. Yeni Cumhuriyetimizi tanzimat döneminin getirdiği eğitim sistemiyle kurulan mekteplerden yetişen aydınlar, devlet adamları, hukukçular sırtladılar.
Osmanlı mirasına sahip çıkmak, tarihle barışmak bu ülkenin tek sorunudur. Tarihi önce okumak, sonra anlamaya çalışmak, her olayı o dönemin koşullarına göre değerlendirmesini bilebilmek, kısacası anlamak, sahip çıkmak, ders çıkarmak, geçmişle geleceğe yön vermek lazım!!!!!!!!!!!!!!
Filiz İĞDE
Osmanlı mirası Bizans mozayiği gibidir,
Renkleri seçmek için biraz beklemek, bir daha bakmak gerekir.
İLBER ORTAYLI

Mağaranın Dışından Cemil Meriç Sesleniyor...


“Bir çağın vicdanı olmak isterdim, bir çağın daha doğrusu bir ülkenin, idrakimize vurulan zincirleri kırmak, yalanları yok etmek, Türk insanını Türk insanından ayıran bütün duvarları yıkmak isterdim. muhteşem bir maziyi, daha muhteşem bir istikbale bağlayacak köprü olmak isterdim, kelimeden, sevgiden bir köprü. Sanat düşüncenin, düşünce mukaddeslerin emrinde olmalı.” diyen Cemil Meriç’i, Türk insanını Türk insanından ayıran bir duvarın inşasında kullanmak isteyenler var. Sağ ve solun bu sahiplenme savaşı, şüphesiz üstada duyulan saygıdan ileri gelmekte, ancak aynı zamanda üstadın hakkı ile anlaşılamadığını da gözler önüne sermekte. “Sosyal sınıflara ayrılmamış bir ülkede sağcı solcu ne demek?” diyerek kendini bir sınıfın içine hapsetmek isteyenlere tepkisini haykıran üstadın farkının tam da bu olduğunu, işte bu sebepten bu ülkenin gelmiş geçmiş en büyük entelektüellerinden biri olduğunu anlayamamaktır...

Cemil Meriç’in ne düşündüğü, bize göre doğru mu yanlış mı düşündüğü noktasından yola çıkarsak menzile varamayız. Üstadın düşünce deryasında, eleştiriden her kesim nasibini almıştır. Sol ya da sağ üstadın keskin bir nişancı edasıyla hedeflediklerini görmezden gelir, “nasıl olsa bizden” sahiplenmesiyle kendi ayıplarını görmezden gelmeye devam ederse, üstadı sahiplenebilmek şöyle dursun, okumaya başlayamamış demektir. Olaya biraz sosyolojik yaklaşırsak; belki de ait olduğu dünya görüşünü hazır bir elbiseyi giyer gibi giyen, üzerine uysun uymasın ben bunu aldım bir kere sürekli giymem lazım, öyle daraltma, genişletme gibi şeylere de hiç gerek yok, kim uğraşacak şimdi diyen yurdum insanına “ o elbise sana çok yakışmış ama biraz daraltsan daha güzel olur” diyene “ aa ne güzel elbisenin bana çok yakıştığını söyledi, giymeye devam edeyim o zaman” diyerek yapıcı eleştiriyi görmezden gelmesi gibi...

Neden Cemil Meriç? Neden her geçen gün insanlar daha bir kadirşinas oluyorlar ona karşı? Bu ülkeden nice aydınlar gelip geçti, hiçbirinin yıldızı gün geçtikçe daha çok parlamadı, dillerinin anlaşılmazlığı bahane oldu çoğu kez. O ise dilinin bugünkü gençliği zorlamasına karşın her geçen gün sayısı artan bir okur kitlesi oluşturmaya devam ediyor. Farkı, kendine hiç bir hazır elbiseyi(izm)tam olarak uygun görmedi, ama hepsini tanımaya çalıştı. Herkesin kendi malumlarının ilanını yaptığı bir dönemde, o bunlarla yetinmedi. Çok okudu, çok düşündü, kafasında sosyal mevzular kişisel mevzulardan fazla yer işgal etti ve en mühim olanını yaptı, toplumu ileriye götürecek öneriler getirdi. Bunu yaparken de tek bir yerden, sığ bakmadı topluma, dünyaya. Dünyayı, en çokta batıyı tanımadan kendi dünya görüşümüze sahip olamayacağımızı söyledi ve batıyı tanıttı bize.

Solun eline tutuşturulan reçeteyi kekelediğini, sağın ise kovuğuna çekildiğini mustarip, mazlum olduğunu iddia etmiştir. “Tek ortak duygu düşmanlık. Diyalog yok. Tanzimat’tan beri hazır elbiseye meraklıyız, hazır elbiseye, hazır medeniyete…tefekkür kılıçla fethedilmez, bir parça kendi kafamızla düşünmek ne kadar güç.”

İzm ler idrakimize giydirilen deli gömlekleridir. (sosyalizm,nihilizm, populizm, liberalizm vs.)

İslamiyete bir dünya görüşü ve sarılınması gereken bir görüş olarak yaklaşıp Osmanlı İmparatorluğu’nun en güçlü yanının İslamiyet olduğunun altını çizerken, bir yandan da insanın Müslüman olmadığı sürece komünist olmasının doğal olduğunu söylemiştir. Ayrıca, marksizm sayesinde gerçek batılaşmaya adım atabildiğimizi söylemiştir. Ondan önce, batıdan icazet almadan batıyı eleştiremediğimizi, bu sayede batıyı anlamamızın daha kolaylaştığını belirtir.

İnsan düşünce için değil, düşünce insan içindir.

Düşünce tarihimizin faciası, birbirini anlamak, birbirini tamamlamak için yaratılmış aydınların bütün güçlerini birbirini yıkmaya harcamaları olmuştur.

Bir fikir işçisi, her hücresi düşünceyle örülü bir üstad, karanlığın içinden ona inat gözleri kamaştıran bir ışık, ülkenin her bir ücra köşesinden diğerine uzanan zeytin dalı, çözümsüzlüğün içinde çözümü bulan bir entelektüel, buket buket bahar çiçekleri sunan bir sevgi adamı...........

Mağaradaki bizler ve gerçek sandığımız gölgeler...

Cemil Meriç bizi gölgelerden kurtarıp, gerçeklerle tanıştırmak istiyor..

Onu çok bekletecek miyiz?

Filiz İĞDE